Taksim’le başlayan ve ülkenin diğer şehirlerine sıçrayan olaylar zincirinin olumlu ve olumsuz etkileri ağır ağır kendisini gösterecektir... Ama şu ihtimal iyice pekişti: Hükûmetin bu saatten sonra tek başına veya BDP’yle birlikte anayasa yapma ve seçimden önce gündeme getirme şansı kalmadı... Açılım konusunda da bulunduğu noktadan bir adım daha öteye geçme ihtimali yok gibi...
Çünkü radikal örgütler alabildiğine kirletseler bile, bu eylemlerin içinde gidişata itiraz eden makul insanlar da yer aldı... Başbakan Erdoğan yüzde 50’yi elde tutma adına, diğer yüzde 50’nin düşmanlığının artmasına konuşmaları ve tavırlarıyla âdeta yol verdi... Bloklaşmanın ve ayrışmanın ülkeye vereceği ‘genel’ zarardan ziyade, kendisine sağlayacağı ‘özel’ faydayı dikkate alan bir strateji uyguladı... Böylece bir türlü izah edemediği açılım sürecinde bağını koparan oyların geri döndürülebileceğini hesapladı...
Bu amaçla ‘dil’ini de değiştirdi... Evlere asılası ‘Türk’ bayrağını yeniden keşfetti!.. ‘Milliyetçi kardeşleri’ni hatırladı!.. İmralı’da yatanın ‘Abdullah Öcalan’değil, ‘bebek katili’ ve ‘teröristbaşı’ olduğunu fark etti!..
‘Köprüden önceki son çıkış’ gibi gördüğü bu yönteme dönmesinin en büyük nedeni, ‘hesabı sandığa bırakma niyeti olmayan kitleler’in günden güne çoğaldığını ve gözlerini kararttığını görmesiydi... Her yerde radikal sol örgütler işi vandallığa vardıracak kadar provoke etmiş olsalar da mezhep ayrımcıları ve iç savaş kışkırtıcıları ellerini ovuştursalar da Türkiye’nin ‘dost’ görünen Batılı müttefikleri medyaları ve kurumlarıyla ateşe odun sürseler de bir gerçek hep göze çarptı... O da eylemlere karışan ve asla ‘profesyonel’ olmayan masumların varlığıydı... Öfkeliydiler, kızgındılar, itirazları vardı ve bu yönetim anlayışına ‘yeter’ diyorlardı... Bayrakla dışa vurulan baskın kimlikleri ise partili-partisiz ‘milliyetçi’likleriydi...
Hükûmet yetkilileri “Mesaj alındı” derken, aldıkları tek mesaj ‘ağaç’ mesajı değildi şüphesiz... Şimdi bu yeni duruma göre pozisyon alma gayreti göze çarpıyor... Ama bu yapılırken, başka komplikasyonlar ortaya çıkıyor... Meselâ Başbakan Erdoğan’ın yeni söylemlerinden rahatsız olan BDP ve Kandil’den gelen “Verilen sözleri tutun, sabrımız taşıyor” mesajları açılım sürecinin tıkanma aşamasına geldiğini gösteriyor... Artık ‘iki taraf’ı birden idare etmenin imkânsızlaştığı anlaşılıyor...
Doğrusu hükûmet açısından çok zor bir durum... Bir yanda itiraz edip ayağa kalkan makul kitlelerin artan varlığı, diğer yanda ‘silahları bırakacağı’ düşüncesiyle bir çok rezaletine göz yumulmuş PKK’nın o silahları yeniden şakağa dayama ihtimali... Zaten tehdit kokan açıklamalar bunun uzak bir ihtimal olmadığını gösteriyor...
Bu durumda hükûmet ne yapacak? BDP/PKK cephesini teskin edip, Türkiye’deki tansiyonun düşmesinin beklenmesi için el altından zaman mı isteyecek? Yoksa “Pazarlık yapan şerefsizdir” söylemine uygun bir strateji mi hayata geçirilecek?
Başbakan’ın ‘millî’ kimliğe ve bayrağa ‘dönemsel’ olsa bile son günlerde artan vurgusu, terör örgütü ve sivil uzantılarında “Yoksa aldatıldık mı?” psikolojisini gündeme getiriyor... Uzun sürmez, tablo çok daha net ortaya çıkar... Görünen o ki, ‘bölücü’ unsurları rehabilite amaçlı bir anayasa çıkarmak isteyenlerin bu saatten sonra işleri zor... Zaten kabul görmesine görmezdi de Türkiye’nin içine girdiği yeni atmosfer böyle bir anayasanın Meclis’te hazırlanmasını bile neredeyse imkânsız hâle getirdi...
Hükmedenler, artık ne Türk kavramını anayasadan çıkarmayı tartışabilirler ne de ‘âkil’ oyunlarıyla kitleleri kandırmayı deneyebilirler...“Ben yaptım oldu” dönemi bitiyor... ‘Oy’un çok önemli ama ‘tek belirleyici’ olmadığı yeni bir döneme kapı aralanmak zorunda... Aksi hâlde -siyaseten- hem yârdan hem serden olmak var!..