“Bu ülke yaşanmaz diyenler, bu ülkeyi yaşanmaz hâle getirenlerdir” derdi Cemil Meriç,‘kıtaları ipek bir kumaş gibi kesen ihtiyar dev’in mâzisinden utanan trajedisini anlatırken. Mâzisinden utanmaktan, mâzisini unutmaya tenzil eden Türk aydını için Batı, terakkînin yani gelişmenin, medeniyetin, bilimin, özgürlüğün beşiğiydi.
19. Yüzyıl’da Avrupa’ya giden aydınlar ve bürokratlar için Paris bir belde-i nûrdu. Paris’in gazyağı lâmbalarıyla ile aydınlatılan loş caddelerine hayret dolu gözlerle bakarak ilmin ve fennin vardığı bu neticeyle gözleri kamaşan bu aydınlar ve bürokratlar için modernleşmenin, aydınlanmanın, terakkînin, yani Devlet-i Âliye’yi kurtarmanın tek yolu Paris’ten geçiyordu. Bu aydınlardan birine göre “Paris’i görmeyen insan bile olamazdı”.
Doğu, yani belde-i İsâm ‘virânelerin’, Batı yani Hristiyan Dünyası ‘kâşânelerin’ ülkesiydi. Doğu‘azgelişmişliğin’, Batı ise ‘medeniyetin’ topraklarıydı.
Medeniyeti caddeleri aydınlatan gaz lâmbalarının solgun ışıklarında gören bu kafa için kuş evlerinin, evlerin kapılarına birisi hâne halkı için, diğer ise misâfirler için konulan ve farklı sesler çıkaran çifte tokmakların, asâbi hastalıkların su sesi ile tedâvî edildiği şifâhânelerin, garib gûraba için tekkelerde bir örtünün altında saklanan ve muhtaçların istemek mecbûriyetinde kalmaksızın ihtiyâcı kadar alabildikleri sadakaların, ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir’ mirâsının bir anlamı kalmamıştı…
Medeniyet demek adâlet demek değildi artık, medeniyet demek makine demekti, kalkınma demekti, zenginlik demekti.
Mehmet Âkif’in ayakları bizim topraklarımıza, bizim medeniyetimize, bizim kültürümüze basan, kalpleri bizim mâzimizle çarpan, zihinleri bizim binlerce yıllık kültürel birikimimiz ve kültürel zenginliğimizle faal olan münevverlerimizin çabaları yeniden bir inşâ ve hamle için kifâyet etmedi. Geriye “Batı’nın irfânına ve fennine tâlip” olan ve “Asrın idrâkine İslâm’ı söyletmek” gibi bir motto kaldı geriye, modern Türkiye’nin câhil İslamcılarının ağzında sakız olup çiğnendi yıllardır.
Ve onların içinden birisi on yıl evvel, siyâsî iktidârının ilk günlerinde kendisine bir televizyon proğramında sorulan “Medeniyet nedir sizce?” sorusuna, Ziya Gökalp’in, “Harâbisin, harâbâtî değilsin / Gözün mâzidedir, âti değilsin” beyitiyle mâziye bağlılığını eleştirdiği Yahya Kemâl’in“Ne harâbiyim ne harâbâti / kökü mâzide olan âtiyim” beyitiyle cevap verdiği polemiğin yalnızca “Kökü mâzide olan âtiyim” kısmıyla cevap vermişti. Ağzından düşürmediği medeniyet kavramına dâir bütün birikimi bundan ibâretti ve öylece de kaldı.
Asrın idrâkine İslâm’ı söyletmenin yolu İslâmcılar için son on yılda TOKİ’lerden ve duble yollardan geçiyordu. Zihinlerinde izlerini takip edecekleri bir İslâm Medeniyeti yolu yoktu.
Onlara 1136-1206 yılları arasında yaşayan El Cezerî’yi hatırlatmak, El Cezerî’nin sekiz yüz yıl evvel enerji kaynakları yönetim mekanizmaları ve geri besleme sitemlerinin tümünün su, buhar gücü ve havanın itiş gücü ile yapılmış tasarımlarının el yazmalarının çok uzaklarda değil şehreminliğini yaptıkları ve “Cânım İstanbulum” diye şiirler okuduğu İstanbul Üniversitelerinin kütüphânelerinde olduğundan bahsetmek hakikaten lüks kaçacak.
Musâ b. Şâkir’in Muhammed, Ahmed ve el-Hasan isimli üç oğlunun, su akışını iki farklı kaynaktan veya reservuardan sağlayan ve iki nakil hattının her birisinden belirli fâsılalarla dönüşümlü olarak sıcak veya soğuk su akacak, diğer nakil hattından aynı fâsılalarda fakat aksi sırayla akacak şekilde hazırlamaya ve düzenlemeye yarayan bir icâdın 9. Yüzyıl’ın ikinci yarısında tasarlandığını anlatmak, yine aynı yıllarda ‘çeneli ekskavatör’ün de tasarlandığından söz açmak ve ilgili çizimleri göstermek, bunlara benzer yüzlerce örnek vermek ise hakikaten abesle olacaktı.
Çünkü, hükümetinin Bakanı Erdoğan Bayraktar hüküm vermişti:
“Biz Müslüman ülkeyiz, konumumuz itibariyle mucitler çıkaramayız, gençlerimizi ara eleman olarak yetiştirmeliyiz”.
İslâm medeniyetinin günümüze düşen ‘İslâmcı çocukları’nın siyâsetlerini ‘ara siyâsetçiler’ yapıyordu, hükümeti ‘ara bürokratlar’ yönetiyordu, Ortadoğu’yu ‘ara Hâriciyeci’ tanzim ediyordu, medeniyetlerini de ‘ara entelektüelleri’ kuracaktı.