Geçtiğimiz günlerde İmralı’nın iki ziyâretçisi vardı; dayısı Süleyman Arslan ve kız kardeşi Fatma Öcalan.
Ziyâret sonrası gazetecilere görüşmeyle ilgili açıklamalar yaptılar ve İmralı sâkininin ‘nem’ den ve ‘yalnızlık’tan şikâyetçi olduğunu, devletin bir ân evvel ‘Başkan’ı serbest bırakması gerektiğini söylediler, ardından “Barış sürecinin böyle olmayacağını, böyle olması halinde elini çekip oturacağı” şeklindeki aba altından gösterdiği sopayı teşhir ettiler devlete ve kamuoyuna.
Ve necip Türk medyası bu mesajları muvazzaf bir elçi gibi yazdı, dayısıyla gittikleri sinema hatıralarıyla süsleyerek. Hemen her gazetenin baş sahifesinde onunla ilgili bir veya birkaç haber var nicedir. Hemen her gazetenin köşe yazarı çoğu yazılarını ona tahsis ediyor. Kimisi onun yazdığı söylenen kitapları okuyor, içinden pasajlar iktibas ederek, aslında onun ne kadar da geçmişiyle hesaplaştığını ve ‘barış’a yöneldiğini, kimisi hücresinde nasıl yaşadığını, neler okuduğunu, haftada kaç lira ile yaşadığını, kantinden ne kadar alışveriş yaptığını, bisküvi ve kraker aldırdığını, voleybol ve masa tenisi oynadığını, haftada bir saat diğer PKK’lı mahkûmlarla Türkiye ve dünya gündemini tartıştığını, prostat başlangıcını, hücresinin ebatlarını yazıyorlar.
Aynı necip Türk medyasında İmralı’daki kâtilin elebaşı olduğu örgütün ekin gibi biçtiği vatan evlâtlarından ve bu vatan evlâtlarının nasıl katledildiğinden bir bahis yok. Bu katliamların arkasında İmralı’da misâfir edilen örgüt liderinin imzâsı olduğunu yazan, söyleyen yok.
Sanki o vatan evlâtlarının hepsi eğitim zâyiâtıydı, trafik terörü kurbanıydı, böbrek yetmezliğinden, kanserden, karaciğer büyümesinden, beyin felcinden kaybettiler gencecik hayatlarını.
Ve imaj atölyesi olarak kullanılan Türk basınının ve görüntülü medyasının İmralı’dan çıkarmaya çalıştığı son otuz yılın katili değil, diğer yanağını da uzatan İsa havârisi, Rahibe Terasa’nın sağ kolu.
Gazetelerde İmralı’daki katilin hücresinde ‘yalnızlık’tan ve ‘nem’den şikâyet ettiği haberleri vardı.
Nasıl bir yalnızlık bu, nasıl bir nem bu?
Bir kan gölünün ortasındaki yalnızlık. Yemek yediği ellerinden akan binlerce mâsum vatan evlâdının kanıyla birlikte yaşanan bir yalnızlık. İstasyonlarda patlayan bombalarla parçalanan insanların haberlerini okuduğu gözleriyle yaşanan bir yalnızlık. Halk otobüsünün içinde yakılarak öldürülen genç bir kızın yanan vücûdunun kokusuyla yaşanan bir yalnızlık. Gaziantep’te ölen bebeğin ölüm haberini dinlediği kulaklarıyla yaşanan bir yalnızlık.
Bütün vücûdu ve hafızası kandan ibâret, kanın ortasında kanlı bir yalnızlık bu.
İmralı’daki katilin yalnızlığı bu, kanlı bir fotoğraf bu, mâsum insanların kanlarının tek bir renk verdiği kan kırmızısı rengi bir fotoğraf bu..
***
Oysa şimdilik adına hâlâ Türkiye diyebildiğimiz ‘bu ülke’de başka binlerce yalnızlık fotoğrafı var.
Bu fotoğrafların ortak noktaları bir annenin fotoğrafları olmaları veya birbirine yaslanarak ancak ayakta durabilen ‘anne ve baba’ ların fotoğrafları. Bu fotoğraflara renk veren duygular ise ‘yas, acı, hasret ve yalnızlık’.
Bu telâfisi olmayan bir yalnızlık...
Mâsum, hiçbir vebâl taşımayan, isyan etmeyen asil bir yalnızlık bu...
Yalnızca sükût, tevekkül, dua eden bir yalnızlık, yalnızca acı çeken bir yalnızlık bu.
Unutulmuş bir yalnızlık onlarınki, unutturulmaya çalışılan, gözlerden uzak tutulmaya çalışılan, ‘olur böyle şeyler’ gibi bir ahlâksızlığın içine gömülmeye çalışılan bir yalnızlık...
‘Nem’li bir kabirde yatan evlâtlarına ancak ölümle kavuşabilecekleri bir yalnızlık bu.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti AKP’nin olmayan bir savaşın barışını sağlamak için göz ardı ettiği, Türk medyasının olmayan bir savaşın ahlâksız barışını sağlamak için yok saydığı, bir ‘yalnızlığın’ fotoğrafı onlarınki.
Şimdi sormak gerek:
“Hangi yalnızlık?”
“İmralı’daki yalnızlık mı, şehitliklerde bir kabir taşına yaslanmış annenin yalnızlığı mı?”