üç insanı bu hâle getiriyor demek ki.. Bir süre sonra güç sâhibi kendi gücüne esir oluyor. Kendi gücünün emrine, güdümüne, kontrolüne giriyor ve otokontrol sistemi iptal oluyor.
Güç, aklî melekeleri dumûra uğratıyor, ihtirasa boğuyor bünyeyi.
Geçmiş kinleri, geçmiş hesapları, geçmiş ezilmişlikleri, geçmiş bütün kompleksleri, ertelediği geçmiş kavgaları, ertelediği geçmiş hesapları, ertelediği geçmiş kinleri güçle birlikte insanı ele geçiriyor, damarlarında dolaşmaya başlıyor ve beyin hücrelerini tarassut ediyor, tahakküm ediyor.
Ve bütün söyledikleri, bütün yapıp ettikleri artık gücünün kontrolüne giriyor.
Şuur altına hizmet ediyor insan, gücünün sonsuzluğuna inanmaya başladığında.
Her sabah aynaya bakıyor belki, süzüyor kendini baştan ayağa..
“Ayna ayna, güzel ayna, söyle benden büyük var mı?”
Ayna onun istediği cevabı veriyor; “Yok” .
“Bugün hangi tuğlayı çeksem acaba duvardan?” diye soruyor kendine.
Sonra sözün ve gücün olanca şehvetiyle geçiyor kameraların karşısına.
Gençlik yıllarının okumalarından şablonlar var kafasında. Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Son Devrin Din Mazlumları, Bize Nasıl Kıydınız gibi siyâsette uyuşturucu drajesi olarak kullanacağı pek çok retorik, servise sunmağa hazırdır hafızasında.
Fütursuzca sarf eder bunları meydanlarda, kameralar önünde.
“On bin, yirmi bin, otuz bin, kırk bin, elli bin insanı acımasızca öldürmüşler Dersim’de” der seçim meydanlarında.
Aradan bir zaman geçer bu kez net, küsûratlı rakam verir, “13.806 kişi öldürülmüştür” der.
Gücüne o kadar inanmaktadır ki daha evvel verdiği “elli bin” rakamını kendisine kimsenin hatırlatmaya cesâret edemediğinden emindir. Gücüne o kadar inanmaktadır ki, “Özür dilemek gerekiyorsa, ben devletim adına özür diliyorum” der.
Devlet onun babasının çiftliğidir...
“Verdimse ben verdim n’olmuş yani” diyenle benzeşir o ân. Aynı güce râm olmak böyle bir şeydir.
Çevresindekiler harekete geçer hemen.
“Ne kadar da isâbetli buyurdunuz, biz seksen yıldır nasıl da fark etmedik bu cinayetleri, katliamı, yazıklar olsun bize” diyerek bir koro oluştururlar.
O ise sessizce olan biteni izler.. Tepkilere bakar. Kayda değer bir tepki gelmiyorsa krizi tırmandırır, siyâseten nemalanmaya devam eder. Kayda değer bir tepki de gelmez. Çünkü “bir kısım medya” nın yerini hemen hemen tamamı satın alınmış “yandaş medya” almıştır. Devamlı surette alkışlarlar ve alkışlanmaktan büyük haz alır. Gücünün en önemli kaynağı da o bitip tükenmek bilmeyen alkışlardır.
“20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” der...
Zerre kadar endişesi yoktur bunu söylerken.. Gücüne inanır. Devletin, ülkenin harcıyla oynar. Bu sözlerinin arkasından ülkenin karşı karşıya kalacaklarını düşünmez...
İnsanlık tarihinin en kanlı savaşlarının sebebi olan mezheb ayrımcılığını tahrik eder.. Mahkeme kararı verilmemiş, cezası kesilmemiş insanları cezaevinde tutar. Bir genel başkan, mahrem bir kaset yayınıyla yerinden olur, benzer kasetlerden çok çekmiştir aslında geçmişte, ama bundan rahatsız olmaz, siyaseten nemalanmaya devam eder. Gücüne inanmaktadır çünkü.
Gücüne o kadar inanmaktadır ki demokrasi ihracına başlar. Daha düne kadar “Kardeşim” dediği bir devlet başkanına, odacısını çağırır gibi ismiyle hitap eder. Oysa o devlet başkanı “Kardeşim” dediği zaman da “Diktatör” dür, çünkü diktatörlük o devlet başkanına babasının mirasıdır. Bölge liderlerinin tamamı diktatördür aslında. Birini NATO harekâtına kurban eder, sokaklarda linç edilmesi “Demokrasinin bir icabıdır” ona göre, bundan rahatsızlık duymaz.
Siyâsî tarih bunları hep not eder, bunu unutur, çünkü gücüne çok inanmaktadır.
Güç, kontrolsüz, denetimsiz güç insanı bu hâle getirir.
Her gücün bir sonu vardır, nereden besleniyorsa beslensin bir sonu, nereden destekleniyorsa desteklensin bir son kullanılma tarihi vardır.
Ama siyasetçi bundan ders almaz.. Gücüne inanır. Gücünün kontrolüne girer. Onu artık hakikat değil, güç yönetmektedir.
Ve her gücün bir sonu vardır, öyle ya da böyle!...